30 Aralık 2008 Salı

kutu





defne'nin arkadaşı için yılbaşı hediyesi.

klozet kapağı

evdekiler yakında çıldırıp duvarları, fayansları da boyayacağımdan endişe ediyorlar. ama güzel oldu...

28 Aralık 2008 Pazar

21 Aralık 2008 Pazar

tepsi



eski bir tepsi. eski hallerini çekmeyi unutmuşum.

sehpa

bunu çok seviyorum. anneannemin eski sehpasıydı.












8 Aralık 2008 Pazartesi

tepsi



sevgili ekin için boyadığım bir tepsi.

bir dergiden kestiğim vertigo afişi sinema eleştirmeni çiftin evi için uygun olur diye düşündüm. renk seçiminde koltukların kırmızı, sehpaların beyaz, perdelerin siyah olmasının da etkisi var.

kavanoz

öncesi. plastik ilaç kutuları.
sonrası...









4 Aralık 2008 Perşembe

guaj resim






sadece esinlenme, sadece oyun. afremov kim, ben kim...

(guaj)

mar adentro


javier bardem'i no country for old men ve the love in the time of cholera'da izlediğimde de oyunculuğuna hayran kalmıştım. bu filmde ise bütün ödülleri topladığına hiç şaşırmadım. hikaye gerçek, film ise mükemmel. ne söylesem spoiler olacağından konuya ilişkin konuşmak istemiyorum. fakat aşk, doğum, ölüm, hayat üstüne daha iyisi yapılamazdı herhalde. javier bardem no country for old men'de kapılardan sığmayan, geniş omuzlu bir adamdı. bu filmde ise vücudu erimiş, omuzları ise bir çocuğunki kadar dar. her bakımdan üstün bir film.

"sonsuza dek içine girmek,
baştan çıkarıcı sevgilim,
denizim..."

denize (mar adentro)
denize
ve derinliğin hafifliğinde
rüyaların gerçek olduğu yerde
iki kişi dileğini gerçekleştirmek için birleşti
senin bakışın ve benim bakışım
kendini tekrarlayan sözsüz bir yankı gibi
daha derin
daha derin
kan ve kemiklerin ötesinde
ama her uyandığımda
ölmüş olmayı diledim
dudaklarım saçlarına karışmışken

23 Kasım 2008 Pazar

gözyaşı

soğan doğrarken akan gözyaşı ile ağlarken akan gözyaşının kimyasal yapıları birbirinden tamamen farklıymış. ağlarken akanlar daha çok protein içermekteymiş. fakat henüz bu farkın nedeni açıklanamıyormuş. vücut soğana bir nevi savunma mekanizması ile karşı koyarken, ruhsal gözyaşının vücudun ihtiyaç duyduğu proteini de alıp götürmesi acının yarattığı tahribatı açıklıyor sanırım. ego acır, öz acımaz diye de bir şey var. ego büyükse, acı da büyük. öyleyse no ego, no acı...

17 Kasım 2008 Pazartesi

brokoli ve makarna

brokoli sevmeyen çocukların bile yediği güzel bir yemek.

1 adet brokoli yıkandıktan sonra, parçalara ayrılır. makarna sıcak suya atılır, üstüne brokoliler yerleştirilir. ikisi bir arada ve aynı anda pişerken (pişme süreleri de aynı), sos için tavada zeytinyağı ısıtılır, 2 diş sarmısak, ince doğranmış 1 soğan ve karabiber kavrulur (pembeleşmesin). makarna ve brokoli süzülür. brokolilerin sert kısımları ince ince doğranır, çiçekleri kendiliğinden dağılır. soğan ve sarımsağın bulunduğu sos tavasına 1 küçük paket krema ve brokoliler eklenir, 100 gr kadar beyaz peynir (herhangi başka bir peynir de olur, rokfor veya kaşar...) ile kısık ateşte demlenir, sos haline gelmesi sağlanır ve makarna ile kaynaştırılır.

15 Kasım 2008 Cumartesi

sonrası (peçete kullanıldı)



öncesi
sonrası (peçete kullanıldı)


öncesi

13 Kasım 2008 Perşembe



eski, metal tepsi gotik çatlatma ve peçeteler ile tanınmaz hale geldi. sahibi nitekim tanımadı.


plastik çöp kutusu peçete ile böyle oldu.


annemin eski, bakır tepsisi decoupage ve doldurma tekniği ile acaip güzel oldu.


eski çelik tepsi peçete ile bu hale geldi.










decoupage ve doldurma tekniği ile ahşap boyama.

ilk iş.

5 Kasım 2008 Çarşamba

the godfather

italyan mafya geleneğinde şerefin tanımı aileyi korumak ve güçlendirmektir. bu amaç için kadın ya da uyuşturucu satmak, adam öldürmek şerefsizlik değil, şereftir. bu film, bu meseleyi çok güzel anlatır.
02.09.2007

eternal sunshine of the spotless mind

bu filmi overrated bulanları anlıyorum, gördüğü ilgi şaşırtabilir. ama neden sevildiğini anlayamamalarını anlayamıyorum. bunu anlamak için sosyolog ya da sinematolog olmaya gerek yok. mevzu, eski sevgili mevzusudur. bana göre ise, bu filme ne söylesem, ne yazsam az. müzikleri olsun, senaryosu olsun, replikleri olsun...

(spoiler!)
joel: i'm so happy, just happy... i can die right now...

joel: you don't have to be afraid of silence, clementine. constantly talking isn't necessarily communicating.

joel: wait.
clementine: what joel? what do you want?
j: i don't know. just wait. i just want you to wait for a while.
c: okay.
j: really?
c: i'm not a concept, joel. i'm just a fucked-up girl who is looking for my own peace of mind. i'm not perfect.
j: i can't think of anything i don't like about you right now.
c: but you will. you will think of things. and i'll get bored with you and feel trapped because that's what happens to me.
j: okay.
c: okay.
the end

03.07.2008

dogville

(spoiler!)
bira açılır, abur cubur getirilir, heyecanla film takılır ve seyretmeye başlanılır. ancak giriş bölümü bir türlü bitmemektedir. 2. cd takılıp bu durum nereye kadar devam etmekte acaba diye bakılır. film, film gibi değil. evet ilk yarım saat bir hayal kırıklığı idi. ama daha sonra bu his yerini garip bir ruh haline bıraktı. hayranlıkla karışık ama aynı zamanda karamsar bir ruh hali.
insan doğasının tüm kiri, çamuru, bencillikleri, döneklikleri, bunlar var ama önemli bir diğer konu da baba-kız ilişkisi. aslında bütün hikaye bu ilişkideki problemden doğup, bu problemle sona eriyor.
bir başka çarpıcı nokta da aşkın insan doğasına yenilişi. (eğer o aşk idiyse)
hülya avşar bir filmde bir şekilde (!) zengin olup kovulduğu kasabaya gelir ve cami, okul vs yaptırıp onu kovanları aşağılar ve önünde diz çöktürür. bu da bir intikam yolu olarak her türk'ün kafasına yerleşmiştir. filmin finali bana bu türk filmini anımsattı. mesela grace misyon evini yıkıp bir kilise yaptırsaydı, büyük bir çan kulesi de yanında. bir de fabrika kurup, herkese aş ve iş imkanı sağlasaydı fena mı olurdu. çocuklar için de okul tabii.
sonuç olarak film çok eğitici ve düşündürücü. film gibi film olsaydı bu kadar iyi anlatılamazdı herhalde insan doğası.
filmden bir diyalog:
grace: köpekler (tecavüzcüler, katiller vs. kastediliyor) sadece kendi doğalarına uyarlar. neden onları affetmeyelim?
babası: köpeklere pek çok yararlı şey öğretilebilir. ama her doğalarına uyuşlarında affedersen bunu yapamazsın.
26.07.2004

brokeback mountain

( spoiler!)
hiç bir feminen işaret vermeyen, klişe homoseksüel tavırlarını göstermeyen iki taş gibi erkeğin birbirlerine aşık olmalarının ve baş etmek zorunda oldukları "mahalle baskısı"nın öyküsü. her yasak aşkta olduğu üzere yüksek dozda özlem, çaresizlik, yüksek beklentiler, ruhsal ve fiziksel engeller, tutku, tükeniş ve tüketiş üstüne bir film.

31 Ekim 2008 Cuma

michael franks özel programı

mütevazi ama mükemmel müziğin ustası, michael franks için özel program:
http://rapidshare.com/files/159266535/stream.2008-10-28-michael_franks.zip.html
by dj-auro
1. samba da soho
2. popsicle toes (duet with diana krall)
3. the dream (featuring the yellow jackets - live)
4. monkey see monkey do
5. the lady wants to know
6. when i give my love to you (duet with brenda russel)
7. when the cookie jar is empty
8. loving you more and more
9. mr. blue (featuring david sanborn on alto sax)
10. tell me all about it (duet with laura fygi)
11. somehow our love survives (bozuk)
12. rainy night in tokyo
13. tiger in the rain
14. inside you
15. antonio's song

7 Ekim 2008 Salı

Salvador Dali


karısı gala dali 'ye olan aşkının, hayranlığının ve ihtiyacının bütün hayatına ve sanatına egemen olduğu hissedilir. nitekim l’amour et la mémoire 'nin (love and memory, 1931) 12. ve13. sayfasında yer alan şiirinde şuna benzer sözler etmiş:
...
gala'nın acısından
- ki benim acımdır
gala'nın ölümünden
- ki benim ölümümdür
başka hiç bir şey hayatıma dokunamaz
...
bu denli arıza bir adamın ömrü boyunca monogam bir hayat sürmesi çok istisnai bir durum. gala'nın dali'de bulduğu sadece dolarlar olmasa gerek. muhakkak sıradan insanların anlayamayacağı sıradışı bir aşk vardı aralarında, hiç bitmeyen cinsinden..

not: şiirin tamamı sakıp sabancı müzesi'ndeki sergide okunabilir. ne yazıkki nette yok.

27 Eylül 2008 Cumartesi

kız çocukları


- ablamın üstünü ben örtsem?
- olur
- büyüyünce hazırlık olsun diye..

duru 7 yaşında. uyuyan ablasının üstünü örtmek istedi, çünkü büyüyünce bunu yapacağını ve şimdiden öğrenmesi gerektiğini düşündü. bu fazla içgüdüsel bir güdü. iyi bir anne olma endişesini taşıması bir kız çocuğunun ve bir an önce staja başlamak için can atması, düşünmeden, kendiliğinden öğrenmeye başlaması, bacak kadarken kendini anneliğe hazırlamaya başlaması ne biçim bir kodlamadır.

16 Eylül 2008 Salı

l'appuntamento

http://www.sourberry.org/programlar/119

sourberry 'de yapmış olduğum, şu anda ara verdiğim italyanca müzik programımın adı. randevu demek, ilham veren ise ornella vanoni 'nin güzel şarkısı. ilk 15 programın podcastleri sitede mevcut, ancak indirmek için sözlük yazarı olmak gerekiyor, 16. ve 17. programları ben yorumlara ekledim. vaktim olursa linkleri buraya koymayı istiyorum. ciddi ciddi öğretmeye çalışmamı, öğretmen havalarına girmemi dinlemek komik oluyor. öyle bir anı oldu...

8 Eylül 2008 Pazartesi

milli eğitimden, ithal eğitime...

1925 yılında türk milli eğitiminin temelini atarken atatürk şunu sormuş: "türk ulusu, evlatlarına vereceği eğitimi mektep ve medrese olarak birbirinden tamamen başka iki kuruma pay etmeğe katlanabilir miydi?"

bugün tüm güçlü ve bağımsız devletlerde olduğu gibi eğitimde ve öğretimde birliği sağlayarak, eğitimin dinselleştirilmesinin önüne geçmişti, çünkü en büyük tehlike cehaletti. eğitim milli olmalıydı, çünkü, dışardan alınacak akıllarla yürütülmeyecek kadar hassas ve ciddi bir işti. kıt kaynaklarla köylere enstitü kurmak gibi bir ütopya bile gerçek olabildi.

sadece az gelişmiş ve sömürge olma özelliği gösteren ülkelerde farklı eğitim anlayışlarına izin verildiğini; çünkü, farklı zihniyetlerin denetiminde olan farklı eğitim anlayışlarının beraberinde çatışma ve kaos getireceğini biliyoruz. bunu abd de bildiği için 1949'da abd ile ilk eğitim anlaşması inönü'nün cumhurbaşkanı olduğu dönemde imzalanıyor ve türkiye'nin son 50 yılına şekil veren siyasetçiler, gazeteciler, bürokratlar abd'ye rockfeller *, ford, eisenhower* burslarıyla gidip, döndüklerinde başbakan bile olurken, abd'li uzmanlar ise danışman olarak meb'de görev alıyorlardı.

eğitimin dinselleştirilmesi ve milli olmaktan çıkması ne yeni, ne de sadece sağ iktidarların dönemine denk gelen bir durum. bu politikaların sonucu olarak bugün açık ve ortada bir gerçek olarak üniversite öğrencilerine yurt hizmetini tarikatlar ve cemaatler veriyor. çocuklar otogarda karşılanıp bu yurtlara yerleştiriliyor ve girişte hangi gazeteyi okuduğu, değiştirmek isteyip istemediği gibi soruların sorulduğu anketler uygulanıyor. bu yurtlar meb'e bağlı olarak faaliyet gösteriyor. özel ve "atatürkçü" (onlar kendilerini böyle tanımlıyorlar) yurtlar ise genellikle çok pahalı ve zaten az sayıdalar. dar gelirli ve hatta fakirlik sınırındaki öğrencilerin çağdaş, temiz bir yurtta kalması imkansız, kaldı ki paranız olsa da her yerde böyle bir yurt bulmak mümkün değil. bugün neredeyse her ilçede bir yüksek okul var, kibrit kutusu şeklinde binalar yapılıyor ve işte size üniversite. hemen yanında da bir cemaat yurdu veya evi çok kısa sürede bitiveriyor. devlet yurtlarının sayısı sınırlı, eğer şanslı iseniz yurt çıkabilir. fakat, bakımsız ve metruk bu binalar, hizmet ise yok, devlet yutlarında yaşamak çok zor genç bir üniversiteli için. sadece günde 2 öğün yemek çıktığı için, sadece bir çatı olduğu için, sadece başka çare olmadığı için meb onaylı, meb denetimindeki cemaat yurtlarında kalmak zorunda olan ve üniversite eğitiminin yanında bir de medrese eğitimi alan, belirli gazete, dergi ve kitapları okumak zorunda bırakılan binlerce üniversite öğrencisi var.

4 eylül 2008 tarihli seda sayan şovunda prof. dr. süleyman ateş ve şadiye furkan demirtaş adet döneminde kadın oruç tutar mı tutmaz mı şeklinde son derece somut bir konuda tartıştılar. ünlü türk düşünürü seda sayan şadiye hanımın kitaplarını okuduğunu, çok değerli bir yazar olduğunu, "ilahiyatçı olmadığı" halde düşüncelerine çok değer verdiğini söyledi. (seda sayan, kamuoyu araştırmalarına göre neredeyse ordudan sonra halkın en güvendiği isimlerden.) süleyman ateş haklı olarak sinirlendi ve "beni kaybettiniz" dedi. şadiye hanım ise kendisini şöyle savundu " ben ilahiyat okumadım ama 9 sene medrese eğitimi aldım..." ne seda sayan, ne de orada bulunanlardan birisi "türkiye'de medrese eğitimi kaldırılalı neredeyse yüzyıl olacak, nerede bu medrese?" diye sormadı. ismail nacar telefonla bağlanarak süleyman ateş'e itibar etmediğini bildirdi, ben kulaklarımla duymadım ama altyazıda aynen böyle yazıyordu.

bu manzara için akp iktidarının eseridir demek saflık olur. kökü çok eskiye ve derinlere dayanan sömürgeci politikaların ve bu amaç için kullanılan, sadece menfaatlerini düşünen kadroların, işadamlarının emeği ve azmi var. % 47 de bu politikaların doğal bir sonucu.

kolay olmadı kemalizmin yerleştirdiği sağlam taşları söküp çıkarmak, oysa sadece 1923-1938 ile sınırlı bir dönemdir. 70 yıldır bu ülkede atatürkçüyüm diyen de, diyemeyen de azimle kemalist ilkeleri uygulamayarak ve uygulamayacaklarına dair gizli sözler vererek bir yerlere geldiler. fakat az kaldı, geldikleri nokta hiç de fena değil. askeri, ekonomik, siyasal anlamda bağımsız gibi görünen ama dışa bağımlı, henüz toprak kaybetmemiş ama her an kaybedebilecekmiş hissi veren, ne boğazlarına *, ne de gümrüklerine * hakim olabilen, milli üretimi-milli sanayisi ** * olmayan, milli politikaları olmayan **, dünya kadar borcu olan **, küreselleşme gazıyla uydulaşan ve sömürgeleşen, ormanlarını yakan, milli eğitimi bile olmayan ama şanslıyız ki komünizm tehlikesinden daima korunmuş bir ülkeyiz. milli birlik ve beraberlik ise ulusalcılar, islamcılar, kürtler, türkler düzeyine indirgenmiş durumda.

çoğunluğu müslüman ve türk olan bir ülkede dinsel ve etnik çatışma yaratmak zor iş olsa gerek ama görüldüğü gibi imkansız değil, cahil bırakınca kendiliğinden oluyor.

5 Ağustos 2008 Salı

çocukların telaffuz hataları

dondurma - dibaba (3-4)
cola - kika (3-4)
barfiks - bardiks (7)
gofret - gofter (5)
bazen - bazenleri (7)
bilir - biler (7)
tiramisu - piramisu (7)

derman arardım derdime, derdim bana derman imiş

niyazi mısri'ye ait. ben türküsünü dinledim de keşfettim, kayıt arama çalışmalarım devam ediyor. bulunca linki eklerim:

derman arardım derdime
derdim bana derman imiş
burhan arardım aslıma
aslım bana burhan imiş

sağ u solum gözler idim
dost yüzünü görsem deyu
ben taşrada arar idim
ol can içinde can imiş

öyle sanırdım ayriyem
dost gayridir ben gayriyem
benden görüp işideni
bildim ki ol canan imiş

savm u salat u haccile
sanma biter zahid işin
insan-ı kamil olmağa
lazım olan irfan imiş

kanden gelir yolun senin
ya kande varır menzilin
nerden gelip gittiğini
anlamayan hayvan imiş

mürşid gerektir bildire
hakkı sana hakkel-yakin
mürşidi olmayanların
bildikleri güman imiş

her mürşide dil verme
kim yolunu sarpa oğratır
mürşidi kamil olanın
gayet yolu asan imiş

anla heman bir söz dürür
yokuş değildir düz dürür
alem kamu bir yüz dürür
gören anı hayran imiş

işit niyazi'nin sözün
bir nesne örtmez hak yüzün
hak'tan ayan bir nesne yok
gözsüzlere pünhan imiş

29 Temmuz 2008 Salı

kahve

kahve ilk olarak 1615'de arabistan'dan venedik'e ithal edilmiş. fanatik hıristiyanlar şeytan içeceği olarak papa'ya kahveyi şikayet etmişler ve yasaklamasını istemişler. fakat, papa kahveyi içmiş, sevmiş ve hatta kutsamış, hıristiyanların içebileceği bir içki olarak ilan etmiş. italyan kahve çeşitlerinin bar terminolojisini ve nasıl hazırlandığını gösteren faydalı bir link: http://sovrana.com/termin.htm

ben türk kahvesi tercih ederim, yanında bitter çikolata ile...
fakat, iyi bir cappucino her zaman iyidir.
(cappuçin rahiplerinin pelerinleri cappucino rengindeymiş. ismi buradan geliyor.)

afroblues

batı afrikalı müzisyenlerin icra ettiği, blues'un hissedildiği fakat her zaman "işte bu blues!" denilemeyecek bir tür. bazen arabik, bazen hint, bazen kanun, ud gibi enstrümanların girmesiyle türk melodileri bile taşıyabilen ilginç bir müzik. "blues nerden gelir, nereye gider" diye merak edenler dinlemeli.
başlıca afroblues sanatçıları:
ali farka toure
rokia traore
taj mahal & the culture musical club of zanzibar
dama mahaleo
boubacar traore
bill frisell

ali farka, amerikan blues müziği için "i am the root and the trunk, all they have is the branches and the leaves" demiş.

sourberry'de simply blues için yaptığım programda hazır çalınmışı var.
http://rapidshare.com/...m.2008-01-10.104847.aac.html

(program öncesi)
stevie ray vaughan - tin pan alley
ray charles - hit the road, jack
liste:
bill frisell - boubacar
bill frisell - for christos
boubacar traore - kar kar / vincent
boubacar traore - kongo magni
ali farka toure with ry cooder - ai du
ry cooder & ali farka toure - diaraby
ali farka toure and ry cooder - addicted to love
taj mahal - cajun waltz
taj mahal & ry cooder - rye whiskey
harry manx - your sweet name
harry manx & kevin breit - funny business
ali farka touré - ai ga bani

22 Temmuz 2008 Salı

dire straits


dire straits çil çil müzik yapan bir grup. her enstrüman duyulur, her enstrümanın hakkı verilir. yüksek sesle ve dikkatlice dinlemek lazım.
sourberry'de our tunes için yaptığım dire straits özel programı, grubun ilk albümünden başlayarak, mark knopfler'ın en son solo albümüne kadar her çalışmasını kronolojik olarak içine alan bir programdı (1978-2007). hit şarkılar yerine albümlerin daha az bilinen ama iyi şarkılarına yer verdim. programın sonunda ise dinleyici istekleri var.

dire straits'e yeni başlayanların işine yarayabilir. dosya, aac formatında:
http://rapidshare.com/files/85212072/stream.2007-12-28.230148.aac.html

dire straits - southbound again
dire straits - where do you think you're going?
dire straits - expresso love
dire straits - if i had you
dire straits - private investigations
mark knopfler - theme of the local hero
dire straits - so far away
dire straits - ticket to heaven
mark knopfler - imelda
mark knopfler - wag the dog
mark knopfler - stretching out
mark knopfler - just instinct
mark knopfler - an american hero
mark knopfler - what it is
mark knopfler - hard cases
mark knopfler - you don't know you're born
mark knopfler - don't crash the ambulance
mark knopfler - the fish and the bird
istekler:
dire straits - you and your friend
dire straits - lady writer
dire straits - brothers in arms
dire straits - your latest trick
dire straits & sting - money for nothing
dire straits - skateaway
dire straits - telegraph road
mark knopfler - baloney again

15 Temmuz 2008 Salı

caruso




luccio dalla'nın en güzel eseri ve belki de en güzel italyanca şarkı.
şarkı, adını enrico caruso'dan alır. anlatılanlara göre, caruso sorrento'dadır (napoli yakinlarinda, körfeze bakan, caruso ve torna a surriento 'ya konu olma şerefini taşıyan bir yer). hastadır ve bir gece kalkıp, kıyının en ucundaki kayanın üzerine çıkıp sarkı söylemeye başlar. muhteşem sesi duyan balıkçılar toplanıp saatlerce onu dinlerler. caruso odasına döner ve sonsuz uykusuna dalar. bu şarkıda körfeze karşı şarkı söyleyerek, az sonra bitecek olan hayatına veda eden bir adam anlatılır.

qui dove il mare luccica,
e tira forte il vento
sulla vecchia terrazza
davanti al golfo di surriento
un uomo abbraccia una ragazza
dopo che aveva pianto
poi si schiarisce la voce,
e ricomincia il canto

te voglio bene assai
ma tanto tanto bene sai
è una catena ormai
che scioglie il sangue dint'e vene sai…

vide le luci in mezzo al mare,
pensò alle notti là in america
ma erano solo le lampare
e la bianca scia di un'elica
senti il dolore nella musica,
e si atzò dal pianoforte
ma quando vide uscire
la luna da una nuvola,
gli sembrò più dolce anche la morte
guardò negli occhi la ragazza,
quegli occhi verdi come il mare
poi all'improvviso usci una lacrima
e lui credette di affogare

te voglio bene assai
ma tanto tanto bene sai
è una catena ormai
che scioglie il sangue dint'e vene sai...

potenza della lirica,
dove ogni dramma è un falso
che con un po’ di trucco e con la mimica
puoi diventare un altro
ma due occhi che ti guardano,
così vicini e veri
ti fan scordare le parole,
confondono i pensieri
così diventa tutto piccolo,
anche le notti là in america
ti volti e vedi la tua vita,
dietro la scia di un’elica
ma sì, è la vita che finisce,
è non ci penso poi tanto
anzi, si sentiva già felice,
e ricominciò il suo canto

te voglio bene assai
ma tanto tanto bene sai
è una catena ormai
che scioglie il sangue dint'e vene sai...


burada denizin parladığı
ve rüzgarın kuvvetlice estiği yerde
eski terasın üzerinde
sorrento körfezi'ne karşı
bir adam bir kızı kucaklıyor
ağladıktan sonra,
ve sonra sesini temizleyip
şarkısına yeniden başlıyor

seni çok seviyorum
çok, çok fazla, biliyorsun
artık bir zincir ki
damarların içindeki kanı eritiyor biliyorsun…

denizin ortasındaki ışıkları gördü,
amerikadaki geceleri düşündü,
ama onlar sadece balıkçıların lambalarıydı
ve pervanenin arkasından bıraktığı beyaz köpüktü
müzikteki acıyı hissetti
ve piyanosundan kalktı
ama ayın buluttan çıktığını görünce
ölüm ona daha sevimli bile göründü
kızın gözlerine baktı
o deniz gibi yeşil gözlere
sonra aniden bir gözyaşı döküldü
ve o boğulacağını zannetti

seni çok seviyorum
çok, çok fazla biliyorsun
artık bir zincir ki damarların içindeki kanı eritiyor
biliyorsun…

liriğin gücü,
her oyunun bir aldatmaca olduğu
biraz makyaj ve mimikle
başkasına dönüşebileceğin yer,
ama sana bakan iki göz
öyle yakın ve gerçek ki
sana kelimeleri unutturuyor
düşüncelerini karıştırıyor
her şey öyle küçülüyor ki
hatta amerika'daki geceler bile
dönüyor ve hayatını görüyorsun
bir pervanenin arkasında bıraktığı izde
ama evet, hayat sona ermekte
ve o bunu fazla düşünmedi
bilakis, kendini şimdiden mutlu hissetmekteydi
ve şarkısına yeniden başladı

seni çok seviyorum
çok, çok fazla biliyorsun
artık bir zincir
damarların içindeki kanı eriten
biliyorsun…
08.03.2007

cem karaca


televizyon makinası'nda o, yeni albümünü tanıtırken, ben de onun hakkında ne düşündüğümü paylaşmak istedim.

özal'a müteşekkir olması, onu ülkesine kavuşturduğu içindir. (daha iyi bir sebep olamazdı)

star tv'nin reklamına sesini vermesi, paraya ihtiyacı olduğundandır. (iyi müzisyen olması onun karnını doyuramamıştır.)

süleyman demirel 'i en iyi siyasetçi ilan etmesi, süleyman demirel'in gerçekten iyi bir siyasetçi olmasındandır. (bkz: siyasetçi)

öldüğünde alkışı değil, tekbiri tercih etmesi; onun inançlarından dolayıdır ve sadece müzik icra ettiği zaman alkışlanmayı tercih ettiğindendir. (kimse inançlarından veya vasiyetinden ötürü aşağılanamaz)

dönmüştür, çünkü hayatının "izm" lerden ya da "tutarlı" sıfatından daha önemli olduğunu anlamıştır. (çünkü hayatın provası yoktur, herkes hayatını istediği gibi yaşama hakkına sahiptir.)
dönmüştür, çünkü kadere inanan bir insan olarak, gençlikte coşkuyla ve her şeyi göze alarak savunduğu fikirlerin, zaman içinde ne kadar işlevsiz kaldığını, aslında hayatta başka yasaların işlediğini aynı kader ona göstermiş ve onu ne pahasına olursa olsun ülkesine döndürmüştür. ve ne yazıktır ki, onun düştüğü bu durum acımasızca eleştirilmesine neden olmuş, bu eleştiriler onu çok acıtmış ve belki de bu acıya ve aşağılanmaya sadece alkolle katlanır duruma gelmesine neden olmuştur. (hızla yaşlanmasının nedeni muhtemelen bütün gün içtiği ucuz şaraplar, gün boyu neredeyse hiç bir şey yememesi, sürekli sigara içmesi ve çok az uyumasıdır.)

kendisinin ağzından duyma ayrıcalığına sahip olduğum "mutluluğun tanımı" şöyledir. (cem karaca'dan önce başkaları söylediyse bilemem, ben onun yalancısıyım): mutluluk sürekli değildir. mutlu hayat yoktur. sadece pause'a basılan anlar vardır.
12.02.2006 02:23

anadolu'yu ve rock'ı birarada sunmayı başarmış tek sanatçı. keşke iyi bir taklidi çıksa da yeni şarkılar duyabilsek aynı tarzda. fakat o kadar üstün ki taklit edilemiyor. vokalini taklit eden düzenlemede eksik kalır, düzenlemeyi yapabilen o sesi veremez, melodi yetse, sözler yetmez, velhasıl cem karaca gibisi gelmez. o artık kuşun kanadında...
25.06.2007

kuvay-i milliye

türk eğitim sistemi'nin, hamaset edebiyatçılarının, siyasetçilerin, askerlerin, bir takım "aydın" ve yazarların öyle ya da böyle içini boşaltmaya ve erozyona uğratmaya çalıştığıdır. netice itibariyle; kanla türk bayrağı yapmakla, "kurtuluş savaşı abartılmıştır" demek arasında bir fark göremiyorum.

milliyetçilik, gayri-müslim düşmanlığı, vatan elden gidiyor paranoyalarımız, cahilliklerimiz, varoşların katil yetiştiren okullara dönüşmesi hepsinin nedenleri var, hepsinin neden-sonuç ilişkisi kurulabilir. fakat, kurtuluş savaşı abartıldı, zaferler büyütüldü, hepimizi bu yalanlarla uyuttular, anestezi altındayız, uyanın gibi histeriye varan saptamaların varlığı karşısında seyirci kalmak giderek zorlaşıyor. seyircisiz histeri olmaz, bu hareketlerin de bir neden-sonuç ilişkisi vardır ve zamanla anlaşılır.

antepliler/urfalılar/maraşlılar fransızları yenilgiye uğratmamıştır. elbette bundan bir zaferdir diye bahsedilemez. kuvayi milliye ruhu; silahı, yiyeceği ve başında devleti olmayan bir halkın büyük ülkelerin, büyük ordularına teslim olmak yerine mücadele yolunu tercih etmeleridir, inisiyatif kullanmalarıdır.

antep yenileceğini bile bile 11 ay mücadele etmiştir ve sonuçta da yenilmiştir. yiyeceksiz ve silahsız 11 ay bir orduya karşı koymak ne demektir bilir misiniz? aptallık değil mi? oysa düşman askerini gördükleri gün şehrin altın anahtarını sırmalı, kadife bir yastığın üstünde teslim etmeleri gerekirdi. fakat o zaman nazım hikmet kara yılan'ı, kuvayi milliye destanını yazamazdı.

o zaman fransız askerine karşı bir zafer kazanılmamıştır, bir mucize gerçekleşmemiştir. mücadelenin verildiği her yerde olduğu gibi...

biraz okuyan, biraz düşünen, biraz sorgulayan herkes; türk eğitim sisteminin, geleneksel türk hamasi siyasetinin, darbe edebiyatının boyalı/cilalı dayattıkları, 2. cumhuriyetçilerin, karşı devrimcilerin tezleri ile gerçeklerin arasındaki farkı ayırd edebilir/ayırd edebilmeli.
(bkz: biz artık o ulus değiliz)
16.01.2008

17 Haziran 2008 Salı

çiğ köfte

başlangıç için 300-400 gr. et yeterli olacaktır. et taze, yağsız (0 yağ) ve koyun eti olmalı. güvenilir ve iyi bir kasaptan temin ediniz. yeşillikler de iyi yıkanırsa, evde yapılmış çiğ köftenin sağlık için bir tehdit oluşturması beklenmez.

domates salçası (3 kaşık, +/- 1 kaşık)
biber salçası (3 kaşık, +/- 1 kaşık)
pul biber (2 kaşık, +/- 1 kaşık)
karabiber (2 tatlı kaşığı, +/- 1 kaşık)
çiğ köfte baharatı (2 tatlı kaşığı, +/- 1 kaşık)
tuz
kabuğu ile dilimlenmiş 1 limon (önce ikiye, sonra 4'e kesilmiş)
1 kuru soğan, ince doğranmış veya rende
2-3 diş kuru sarmısak, ince doğranmış

öncelikle bu malzemeler iyice karıştırılır, bütünleştirilir, bir tarafa toplanır ve aynı hacimde bulgur eklenir, bunu göz kararı yapınız.

çiğ köftenin lezzeti baharatı ve kıvamından gelir, etin fazla olması bence iyi bir özellik değil.

bulguru ekledikten sonra köfteyi köfteyle yoğurun, yoksa elleriniz tahriş olur. eğer ortamda bir erkek varsa o yoğurmalıdır, yoksa kıyma makinası kullanın, o da olur.

arada bir yarım çay bardağı su ekleyin, ne çok kuru olsun, ne de sulu.

baharat ve salça miktarını ağız tadı belirler, bir de rengine bakarak karar verilir. renk kahve ile kırmızı arasında olmalı. sonradan salça eklemek iyi bir fikir değil ama baharatı ve tuzu biraz su ile sonradan tadına bakarak eklemek mümkün, güzelliği de burada bence. yoğururken tadınca ve etraftakilere tattırınca çok güzel oluyor bu iş :)

taze soğan
taze sarmısak
1 çay bardağı zeytinyağı
bol maydanoz

bulgurun sertliği gidip de lokum gibi (evet lokum) olduğunda; çok ince doğranmış taze soğan, taze sarmısak eklenir, biraz bunlar da erisin, 1 çay bardağı kadar zeytin yağını ekle.

en son ince kıyılmış maydanozu ekle ve biraz daha yoğur. hepsi bu kadar.

kimyon koymaya gerek yok, çünkü baharatın içinde bulunmakta. ancak özel çiğ köfte baharatını bulamazsan bol kimyon koy.

servisten önce limonları çıkarmayı unutmayın.

16 Haziran 2008 Pazartesi

pancake, tava keki

1 bardak un
1 bardak süt
2 yumurta
2 kaşık sıvı yağ (bu miktar karışımın içine girecek. pişirme sırasında her defasında 1 kaşık daha lazım. ayçiçek kokusuz ve tatsız olduğundan ideal ama zeytinyağı da sorun yaratmaz, tereyağ lezzet katar ama ağır olur.)
1 tatlı kaşığı şeker (keyfe göre daha az ya da daha fazla olabilir)
çok az tuz (olabilir de, olmayabilir de)
1 paket kabartma tozu

pek çok denemeden sonra ulaştığım en iyi tarif bu oldu.

kabartma tozu koymadan karışım akşamdan hazırlanabilir ve buzdolabında sabah kahvaltısı için hazır tutulabilir. bu durumda 1 kaşık un ile kabartma tozu pişirme öncesi karıştırılarak, karışıma eklenir. kabartma tozu sonradan ve tek başına eklenirse erimiyor. muhakkak unla eklenmeli.

teflon tavaya 1 kaşık sıvıyağ gezdirilir, fazlası alınır, hafif ısıtılır, 1 kaşık karışım tavaya konur, üstüne 1 kaşık daha konur, hamur kendiliğinden yayılır ve son şeklini alır. büyük bir tavada aynı anda 3 kek pişirilebilir. üstü sünger gibi delik delik olup, kenarlar hafif kahverengiye döndüğünde çevrilir.

bu karışımla tava büyüklüğünde kekler pişirip, arasına krema sürülürek pasta bile yapmak mümkün.
---------
pişirirken homojen kahverengilik için yapılması gerekenler; teflon tavanın homojen bir şekilde çok az yağlanması ve kısık ateşte sabırla pişirilmesidir. yağı fırçayla sürmek veya damlatmak şeklinde bir yağlama söz konusu, yağı abartmaya gerek yok, sadece ilk seferde yağlamak yeterli. fakat her iki tarafı aynı renkte yapmayı ben de bilemedim. en son pişen tarafı alta getirmek suretiyle saklama yoluna gittim hep.
08.01.2008
(bkz: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=pancake/@auro)

13 Haziran 2008 Cuma

amores perros



"bizler aslında kaybettiklerimiziz"
"tanrıyı güldürmek istiyorsan ona planlarından bahset"
gibi repliklere sahip bir film.

türkiye'de "paramparça, aşklar ve köpekler" adıyla gösterime girdi. ingilizce gösterim adı ise "love is a bitch". filmin adı, "aşklar ve köpekler" veya "aşk köpekliktir" olarak direkt çevrilebilir.

kara bir film.

meksikalı yönetmen alejandro gonzales inarritu'nun eseri. 2000 yapımı ve ilk gösterimi cannes'da gerçekleşmiş.

eğlence için değil sarsılmak için izlenebilir.

ece temelkuran

bana hep bu konuda ben de zaten böyle yazardım diye hissettiren, ama asla onun gibi yazamayacağımı da bildiğim yazar.

bu kadar sıklıkta, bu kadar derine, hem de görev icabı nasıl dalınır?
sonra oradan her defasında bir avuç toprakla nasıl çıkılır?
derine dalmayıp, yüzeyde gözlem yapmaya karar verdiğinde ise yükselmeyi nasıl başarır? büyük resmi çizerken boyaları nereden bulur?

hiç tanışmamış olanlar için yazılarından bir örnek: http://www.milliyet.com/2004/05/17/yazar/temelkuran.html

(bkz: ece temelkuran/@auro)

11 Haziran 2008 Çarşamba

jülide özçelik jazz istanbul volume 1

Jülide Özçelik, çok mütevazi, çok terbiyeli bir sese sahip. bu nedenle caza çok yakışıyor...

Albümdeki şarkılar, 5- 6 Nisan 2006’da Alp Turaç Müzik stüdyosunda Erim Arkman tarafından canlı olarak kaydedilmiş. Kadıköy Müzik Yapım tarafından çıkartılan albümdeki bütün parçaların düzenlemeleri Cem Tuncer’e ait. Albümdeki gitarları da çalan Cem Tuncer’e klavyede Genco Arı, kontrbas ve bas gitarda Kağan Yıldız, davulda da Ediz Hafızoğlu eşlik etmişler.

Hem canlı oluşunun etkisi, hem düzenlemelerin güzelliği, hem vokalin güzelliği, hem eşlik edenlerin ustalığı bir araya gelmiş ve güzel bir albüm olmuş. Volume 2, 3, 4... şeklinde devam etmesini arzu ettiğimden link vermiyorum.

1. Kendinle Kalırsın
Söz & Müzik: Julide Özçelik
2. Mecnunum Leylamı Gördüm
Söz & Müzik: Aşık Ali İzzeti, Aşık Veysel Şatıroğlu
3. Nisan Valsi (Doğaçlama)
Müzik: Julide Özçelik
4. Kara Toprak
Söz & Müzik: Aşık Veysel Şatıroğlu
5. Yalan Dünya
Söz & Müzik: Neşet Ertaş
6. Sıradan Bir Gün
Söz & Müzik: Julide Özçelik
7. Sebep
Söz & Müzik: Muharrem Ertaş
8. Anan Var Midur
Söz & Müzik: Cemile Cevher Çiçek
9. Geçti Dost Kervanı
Söz: Pir Sultan Abdal Müzik: Anonim
10. Bugün Neden Gelmedin
Söz & Müzik: Erhan Gündem

7 Haziran 2008 Cumartesi

istatistiksel proses kontrol

amaç sıfır hatadır. proaktif davranmak bu sistemin esasını teşkil eder.

abd'de 1924'de doğmuş bir modeldir. fakat abd o zamanlar ne üretse zaten sattığı için uygulama zahmetine girmemiştir.

ilk kez 2. dünya savaşı sonrası japonya'da uygulanmaya başlanmış ve japonya bu modeli diğer kalite modelleriyle birlikte din gibi benimsemiş, devlet eliyle ev hanımlarına dahi belletmiştir. (bkz: kaizen) öyle mükemmel bir adaptasyon uygulanmıştır ki japonya, ekonomik savaştan galip çıkmıştır. ne zamanki abd'de japon arabaları daha kaliteli ve ucuz oldukları için satılmaya başlanmıştır, abd'de de uygulanmaya başlanmıştır.

türkiye'de ise sadece uluslararası şirketlerde ve uluslararası şirketlerin tedarikçisi olan türk şirketlerinde gerçekten uygulandığı görülür.

uyguluyorum diyen diğer türk şirketlerinde ise sadece makyajdır, göstermeliktir. çünkü, bizim kültürümüzde vasatla yetinilir, vasata şükredilir, allah bin bereket versin denilir, çabalamayla çarık yırtılır denilir, olduğu kadar olsun denilir, kalite bol gelir.

kuş serisi arabalar için sıraya giren, parasını peşin ödeyen, rengi ne olursa olsun 6 ay sonra teslim almaya razı olmuş bir müşteri profili varsa eğer, işletmelerin ipk uygulamaları için bir neden de yoktur.
12.03.2008
(bkz: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=istatistiksel+proses+kontrol/@auro)

sıfır hata tartışmasına cevaplar

sıfır hata, istatistiksel proses kontrol ile mümkündür.

kalite kontrolden daha ucuzdur, maliyetleri düşürür.

ilk kez 1960'larda abd'de telaffuz edilmiştir, uygulayanlar vardır, ütopik değildir.

"kabul edilebilir kalite düzeyi" sisteme hata yapma özgürlüğünü tanır, nasılsa üretimin sonu ile fabrika çıkışı arasında bir yerlerde hata yakalanır diye bir rehavet çöker, kalitesizlik kabul edilir hale gelir, alışkanlık olur, kalitesizlik maliyeti görünmez bir sabit gider olarak yerleşir. oysa sıfır hata sistemlerinde ürün değil, ürünü üreten sistem kontrol edilir, hata meydana gelmeden önlenirse bir bakmışsınız sıfır hata ile üretiyorsunuz, hatanın gerçekleşmesi için gerekli olan durum ve nedenleri ortadan kaldırırsanız hata gerçekleşmez. olağandışı problemler olduğunda zaten proses alarm vereceğinden ciddi hataların önüne geçilir.

sadece üretim için değil insan kaynakları ve pazarlama dahil tüm prosesler için uygulanırsa ancak hedefler gerçekleşir. satamadıktan sonra sıfır hata üretmenin de pek bir anlamı kalmıyor. pazarlamanın da sıfır hata mantığı ile çalışması gerekir. iyi bir pazarlamacı, kötü bir ürünü satabilir, ama iyi bir ürün iyi bir pazarlama olmazsa stoklarda çürür.

bir de tabi bu sistemi işletecek yetenekte insanları işe alan, eğiten, maaşlarını ayarlayan, sıfır hata modeliyle çalışan bir insan kaynakları departmanı lazım.

aldıkları kararların en kötü senaryoya göre sonuçlarını düşünüp, sistemin en kötü senaryoyu kaldırıp kaldıramayacağını hesap ederek hareket eden sıfır hata yaklaşımını benimsemiş yöneticiler de lazım.

imkansız gibi görünse de imkan dahilinde olup, deneme-yanılmadan ve kalite kontrolden daha ucuzdur.
12.03.2008 09:07

istatistik bilen insanlara ihtiyaç duyulur. çünkü, prosesin alt ve üst kontrol limitlerinin doğru hesaplanması gerekir. prosesin bu limitler arasındaki doğal salınımının üründe bir değişiklik yaratmaması gerekir. eğer limitler doğru tayin edilmişse limitlerin dışına çıkan değerler olduğunda (olağandışılıklar, operator hatası, doğal afet, arıza gibi) ürün kalitesinin etkilenmesi beklenir. bu nedenle istatistik bilimi sıfır hata sisteminin bel kemiğini oluşturur.

sıfır hata, sistemin misyonudur, gerçekte de sıfır hata üretim yapabilirsiniz ama nasa kadar bütçenizin olması gerekir ve bir de tabi sizden roket üretmeniz beklenir bu durumda. ya da öyle bir bütçeniz varsa atomun çekirdeğini de parçalayabilirsiniz. bir halı veya tuvalet kağıdı üreticisinin ise sıfır hatayı amaçlayan bir sistem kurması ve sadece sıfır hataya yaklaşması yeterli olur.
12.03.2008 09:27

normal şartlar altında, her şey yolunda iken (voltaj düzgün, operator kalp krizi geçirme riski taşımıyor, deprem yok, sel yok vb) sıfır hata üretim yapabiliyorsanız, olağandışı/beklenmedik/önceden bilinmesi imkansız bir durumla karşılaştığınızda bunu en kısa sürede tespit ediyorsanız, zararın büyümesini engelleyebiliyorsanız sisteminiz sıfır hata ile çalışıyor demektir.

bu bir modeldir. bu modeli benimseyince üretim sıfır hata ile gerçekleşmez, sıfıra en yakın şekilde gerçekleşir, kalite kontrol maliyetleriniz düşer, çünkü problemin yaşandığı serideki ürünlerin hatalı olduğunu zaten biliyor olursunuz, dolayısıyla kaliteyi ucuza mal etme şansınız olur.

hammadde kaynaklı hatalara gelince o da sistem kaynaklı bir hatadır, beklenmedik değildir, önlenebilir. hammaddeyi temin eden, kontrol eden, üretime hazırlayanlar işi sallamıştır, hatalı hammadde sisteme girmiştir, beklenen de olmuştur. satın almanız "sıfır hata model elbise" giymemiştir.

en doğru donanım, en doğru yöntem ve en doğru operator ile çalışıldığında bile karşınıza ayı çıkma, başınıza taş düşme olasılıklarından dolayı üretim genellikle sıfır hata ile gerçekleşmez ama "sıfır hata model elbise" giydiğiniz için erken uyarılırsınız, erken uyanırsınız, bir de aynı şey bir daha olmasın diye oturur düşünürsünüz, tekrarını önlersiniz. çünkü bu sadece bir modeldir, elbisedir, giyeni prens/prenses yapmaz.

baştan, normal şartlar altında bile %3-5-10 hata oranı ile çalışırım, bu benim normalimdir diyebilirsiniz. bu da bir modeldir. kabul edilebilir kalite seviyesini benimsersiniz ve bunu iyileştirmeyi hiç düşünmezsiniz. fakat, birilerinin daha düşük hata oranı ile üretmesi, dolayısıyla daha ucuza mal etme ve daha düşük fiyata satma olasılığı da her zaman vardır.
12.03.2008 10:03

(bkz: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=sifir+hata/@auro)

iso 9000 standartına uygun yaşamak

iso 9000 kalite yönetim sistemi insan hayatına uygulanabilir. aşağıdaki adımlar izlenerek standart hayata geçirilebilir, ancak henüz kişilere böyle bir belge verilmemektedir.

iso 9000 özetle; müşteriye sözleşme imzalatmadan önce vaadlerde bulunmak, bu vaadleri zamanında ve eksiksiz yerine getirmeyi garanti eden bir sistemi kurmak ve vaadleri zamanında ve eksiksiz yerine getirerek müşteriyi memnun etmek olduğuna göre, kişi öncelikle müşterilerinin kimler olduğunu, sonra da vaadlerini tespit etmekle işe başlamalıdır.

adımlar:
* kalite politikasının belirlenmesi ve duyurulması
* kalite politkasını hayata geçirmek üzere kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerin belirlenmesi ve duyurulması
* satın alma, iş yaşamı, sosyal yaşam, eğitim-kişisel gelişim, aile ilişkileri (annelik-babalık-kardeşlik vb) , kaynak temini, temizlik-hijyen, beslenme, sağlık gibi hayati proseslerin tespit edilerek, proses yönetiminin uygulanması:
-bu proseslerin her zaman istenilen şekilde ve hatasız işlemesi için gerekli yöntemlerin belirlenmesi
-bu proseslerin sürekli izlenmesi, ölçülmesi ve analiz edilmesi için yöntemlerin belirlenmesi
-bu proseslerin kesintiye uğramadan çalışması için gerekli beslenme, aşılama, bakım, check-up ve periyodik muayenelerin gerçekleştirilmesi
*ihtiyaçlar doğrultusunda eğitim ve gelişim planlamasının yapılması ve planın uygulanması
*bütün proseslerin yani faaliyetlerin sonucunda ilişkide bulunulan insanların memnuniyetini ölçmek için anket veya ziyaretlerin gerçekleştirilmesi ve her türlü geri bildirimin incelenerek, analiz edilmesi
* iç denetim faaliyetlerinin yürütülmesi, bunun için objektif, güvenilir, eğitimli insanların tespit edilerek, görevlendirilmeleri (anne ve baba bu iş için uygun değillerdir, objektif değerlendirme yapacak insanlar denetçi olarak seçilmelidir)
* proses izleme ve ölçme sonuçları ile insanlardan alınan geri bildirim sonuçlarının, durum tespit raporlarının, sınav sonuçlarının, iç denetim sonuçlarının gözden geçirilmesi ve gerekli düzeltici -önleyici faaliyetlerin gerçekleştirilmesi
* gerekli kayıtların oluşturulması, arşivlenmesi (günlük, fotoğraf albümleri, eğitim ve denetim kayıtları, test ve muayene raporları, tutanaklar, mektuplar vs)
*sistemin el kitabının hazırlanarak ilişkide bulunulan insanlara imza karşılığı verilmesi, dağıtım listesinin ve revizyonların takibinin sıkı bir şekilde yapılması.

kişi "kalite politikası" nda, ben örnek bir vatandaş, anne-baba, insan olmayı hedefliyorum, sevgilimi/karımı/kocamı/ailemi mutlu etmeyi, çevreme faydalı, vatana, millete hayırlı olmayı ve sürekli iyileşmeyi hedefliyorum gibi şeyler diyebilir ve buna uygun bir sistem kurabilir.

fakat, kişi kalite politikasında, ben kendimi mutlu etmeyi amaçlıyorum, alemin kralı olmayı, her türlü hazzı yaşamayı ve bu alanda sürekli iyileşmeyi hedefliyorum, dertsiz, tasasız bir insan olmak istiyorum derse, sloganı da ağlama-ağlat olursa bu kişiye, hedeflerini gerçekleştirirken çevreye verdiği zararın minimize edilmesi için birlikte iso 14000 belgesi alması da önerilir.

politikasını şeffaf ve dürüstçe kamuoyuna duyurduğu ve buna uygun bir kalite yönetim sistemini yürüttüğü sürece bu insan iso 9000 standartına uygun yaşamaktadır diyebiliriz. bu durumda müşterileri mazoşist insanlar olacaktır ve bu onların problemidir.

kalite politikası da dahil yazılan her şey değişen şartlara göre ve daha iyisi bulunduğunda revize edilmelidir.

eşten, dosttan gelen geri bildirimler ve şikayetler uygunsuzluk sebebi olabilir, iyi incelenmelidir. örneğin; sevgilisini memnun etmeyi hedefleyen bir kişi, partnerin çeşitli yöntemlerle ve periyodik olarak memnuniyetini sorgulamalı, olumsuz sonuçlar varsa düzeltici –önleyici faaliyetlerle uygunsuzluğu giderme yollarını aramalıdır. sonuçlar partnerin memnuniyetsizliği giderilene kadar izleme, ölçme yöntemleri ile takip edilmeli ve kayıt altına alınmalıdır.

(bkz: iso 9000 standartına uygun yaşamak/@auro)

livin blues

1967'den 1975'e kadar hollandalı grup almanya, polonya, belçika, italya, isviçre ve ingiltere'de çaldı. kendilerine özgü bir harman ile boogie, rock, blues icra ettiler. grubun lideri nicko christiansen müzik yaşamına himalaya grubu ile devam etti. armonika çalan john lagrand ise water adında başka bir grupla devam etti. nicko 2005'de tecrübeli blues sanatçılarını bir araya getirerek lbx, living blues xperience' i kurdu. bu gün eski güzel günlere dönmüş olarak belli başlı blues ve rock festivallerine katılmaktalar.

1976, blue breeze albümü bence bir başyapıt:

1. shylina
2. back stage
3. midnight blues
4. pisces
5. bus 29
6. blue breeze
7. pick up on my mojo
8. that night
9. black jack billy
10. shannon
11. punk funk
12. roses
13. rock&roll hoochie coo
14. will you still love me tomorrow
15. doomsday night
vokaller: maggie mcneal, margriet eshuijs, john fredriksz
gitar: ted oberg
bas: andre reijnen
davul: jacob vanheiningen
klavye: martin agterberg
http://rapidshare.com/files/120798689/LIVIN_BLUES.BLUE_BREEZE.rar.html
(bkz: livin blues/@auro)

tony joe white

blues ve rock sevenlerin seveceği bir müzisyen/gitarist. albümlerinde alt yapılar çok özenli ve sesi çok karekteristik. blues'a en fazla yakışan seslerden olduğuna karar verdim.

one hot july albümü pek güzel.
1. crack the window baby
2. gumbo john
3. across from midnight
4. goin' down rockin'
5. cold fingers
6. i want my fleetwood back
7. i believe i've lost my way
8. don't over do it
9. the delta singer
10. ol' black crow
11. one hot july
12. conjure woman
13. selena
http://www.tonyjoewhite.com/ http://rapidshare.com/files/120612958/TONY_JOE_WHITE.ONE_HOT_JULY.rar.html

5 Haziran 2008 Perşembe

normal doğum

görülme sıklığının (gelişmiş ülkelerin aksine) türkiye'de giderek azaldığı doğum şeklidir.

doktorlar için yorucu, zaman alıcı, riskli ve düşük kazançlıdır.

hastaneler için normal doğum daha düşük fatura tutarlarını işaret eder. daha az ilaç, daha az sarf, daha az yatış süresi (ort. 1 gün) anlamına gelir ki tercih edilmeyen bir durumdur.

anneler içinse tam bir soru işaretidir. doktorların kitaplarda yazan ameliyat endikasyonlarını esnetmeleri sonucu, anne adayları normal doğumdan soğur ve sonunda hastanın tercihi sezaryendir denilir.

bebek içinse artık çok gelişmiş teknolojiler kullanıldığı için hiç bir risk taşımamaktadır. bebeğin kalp atışı çok kolay takip edilebilmekte, usg ile anne karnındaki pozisyonu izlenebilmekteyken normal doğumun bebek için bir risk taşıdığı iddia edilemez.

herşey yolunda iken sezaryenin tercih edilmesi tıbbi olarak anneyi riske sokar; enfeksiyon riski, anestezinin olumsuz etkileri, emzirmenin gecikmesi, annenin bebeğiyle iletişiminin gecikmesi gibi. ancak normal doğum yapması, kitaplarda açıkca yazan nedenlerden ötürü risk taşıyan annelerin, kesinlikle sezaryene yönlendirilmeleri ve normal doğumda ısrarcı olmamaları gerekir.

sezaryen; endike olduğu durumlarda hem annenin, hem bebeğin hayatını kurtarır ve sakatlıkları önler. gelişmiş ülkelerde sezaryenin daha az yapılmasının nedeni malpractice yasalarıdır. endikasyonsuz ameliyat yapan doktorlar ciddi cezalar alabilirler. hiç bir doktor bunu göze alamayacağı için kitapta ne yazıyorsa o uygulanır. ne hastane sahibinin, ne hastanın, ne de doktorun keyfine göre karar verilmeyip kurallar uygulanır.
18.02.2006
(bkz: normal doğum/@auro)

primum non nocere

bu cümleyi, günde en az 50 koroner anjiyografi işleminin yapıldığı, günde en az 5 kalp cerrahilik vakanın çıkarıldığı bir özel hastanenin invasiv kardiyoloji kliniğinde gördüm. hem latince, hem türkçe olarak. "önce, zarar verme" demekmiş.

koroner anjiografi işlemi tansiyon ölçmek kadar rutinleşti. işi yapanlar çok deneyimliler, elleri hızlı, çok hızlı yaşlanıyorlar, çünkü maruz kaldıkları şua sınırların üzerinde. ama karşılığını alıyorlar. herkes alıyor. trilyonluk faturalar kesiliyor her ay bağkur'a, emekli sandığı'na. bütün invasiv girişimlerin sayısı çok fazla aslında. artroskopi örneğin. o da çok basitmiş gibi algılanıyor. ve mümkünse dizine ve kalbine girilmemiş insan kalmasın görüşünde bütün tıp dünyası. ne de olsa en kesin teşhis yöntemleri. içine girip bakmak gibisi yok. röntgen, mr, laboratuvar, klinik bulgular vs. bir yere kadar.

bütün bebekler göbekten kesilerek çıkarılsın, doğmasınlar. 35 yaşın üstünde herkesin vücuduna en az bir kez girilsin, bakılsın, diz, mide, kalp farketmez... ama hala bağırsak enfeksiyonundan bebekler ölebilir, ya da kanser geç teşhis edilebilir ya da ağzında sağlam diş kalmayabilir insanların, ayak mantarı normal kabul edilebilir. yeter ki büyük, küçük önemli değil bir cerrahi girişim daha olsun. numaratör atsın. bu sistemde günah keçileri doktorlar ama onların suçu yok, türkiye bütçesine eşit bütçeleri olan dev şirketlerin stratejilerine karşı koymak yeldeğirmenleriyle savaşmaya eş. sağlık, silah sektörü kadar büyük ve 3. dünya savaşına ilaç, tıbbi sarf malzemesi veya teknoloji üreten firmalar neden olacak. asıl kavga onların arasında çünkü. her yere yazın "önce, zarar verme" diye. neye yarar...
12.08.2006
(bkz: primum non nocere/@auro)

3 Haziran 2008 Salı

anne baba tuzakları

geçici neticelerin alındığı, orta ve uzun vadede çocuklara ve ilişkilerine zarar veren tuzaklar. kortizon tedavisi gibi yaklaşımlar...

oysa çocuk büyütmek çok makro bir proje ve kısa vadede düşüneceğiniz tek şey sadece akşam ne yiyeceği olmalı.

1. kurtarıcı olmak
yapamadığı problemin cevabını vermek, ödevini yapmak, çocuk öğrensin diye değil de yüksek not alsın, anne-baba gurur duysun diye yapılır. ödevin sponsoru olmak, gerekli teknik desteği sağlamak ile ödevi yapmak ve yardımcı olmak arasında ciddi farklar var. yapamadığı problemi muhtemelen anlamamıştır, cevabı söylemek yerine, soruyu anlamasına yardımcı olmak en faydalı yaklaşım olurdu.

"otur biraz daha çalış" yerine sorumluluğu ona vermek ve rahat davranmak lazım. standartları düşük tutup, elde ettiği başarıları alkışlamak ve gururunu okşamak, kısa vadede anne-babanın gururunu okşayacak sonuçları getirmez ama gelecekte rahat ettirir, gülümsetir. ne istediğini bilen, onu mutlu edenin ne olduğunu bilen ve ne yapması gerektiğini bilen bir insanın evladınız olması güzel olurdu. bunun gerçekleşmesi içinse, imdat dediğinde yardımına koşan bir süpermenle büyümemesi gerekir. tembel ve mükemmeliyetçi bir kişilik yaratılmak isteniliyorsa kurtarıcısı olun.

2. hadilemek
hadi, hadi kalk, hadi yat, hadi tv kapat, hadi bilgisayarı kapat, hadi çalış, hadi ye, hadi bakalım çabuk ödevinin başına...
beraberinde edilgenlik, yorgunluk ve tükenme getiren sadece yetişkinlerin takıntılarını besleyen tuzak. edilgenlik yer yer direniş ve çatışmaya da dönüşür. birileri ona ne yapacağını söylüyor nasılsa rahatlığı içinde fazlasıyla yayan ya da huzursuz, gergin, çatışan bir tip olur. hadi dedikten sonra kalkıp denileni yaptığında yetişkin çok rahatlar ama uzun vadede iş çok zor.

3. bağırmak
korkudan denileni yapar evet, çünkü mücadele gücü yok henüz. siner. modeller. bağırarak çözme kolaycılığına o da sık sık sığınır. güvensizlik yaratılır. üstüne üstlük suçluluk hissedilip, gönül almalar başlıyorsa çocuğu psikopatlığa hazırlıyorsunuz demektir. tutarsızlık ölümcül bir günah, her şeyi mahvetmek için daha fazlasına gerek yok.

4. rüşvet
belki de en geçici sonuç alınan tuzak. ayrıca en az etkili olanı. ben zaten bunu hak etmiştim diye düşünmesine yol açar. minnet duyacağını beklemek boşunadır. ödevini yaparsan televizyon seyredebilirsin, dondurma yiyebilirsin... nereye kadar etkili olabilir, daha ne kadar rüşvete gücünüz yetebilir? havuç-sopa yaklaşımı ile hayvan eğitilebilir ama insanlarda uzun vadede çok iyi sonuç vermiyor. üniversitede, okul başarısı karşılığında 4x4 istemesi ve verilmediğinde protesto etmesi, okulu bırakması çok mümkün. bütün ailenin ruh sağlığını bozmak için en etkili yol rüşvete alıştırmak ve rüşvetsiz kılını kıpırdatmamasını sağlamak.

5. kötülemek
aşağılamak, "sen zaten..." le başlayan her türlü negatif yaftayı yapıştırmak...
sadece özgüvenini yıkmakla kalmaz, bütün benliğini de sarsar. o da "ben zaten... " diye kendini kötülemeye başlar. ve zaman içinde öyle de olur.

6. tehdit etmek
hele de gerçekci olmayan tehditler, bacaklarını kırarım, bütün oyuncaklarını kapının önüne koyarım, senin annen olmam, giderim başka çocukları severim gibi... travma tehdidi savurarak travma yaratma tuzağıdır. söylendiği an korkar ve itaat eder fakat sonra uyanır. hem tutarsızlık, hem güvensizlik, hem korku yarattınız. aferin, kendinizle gurur duyun.

7. yakınmak
dolaylı öfkenin çocuğa boşalması. toleranssız, her şeyden şikayetçi olan, bokuyla kavgalı bir anne-baba modeli. en agresif, en kızgın olduğumuz zamanlar kendimize kızdığımız zamanlar oysa. önce kendimize toleranslı olalım, önce kendi tuzaklarımıza düşmeyelim, kendimizi affedelim, kendimize iyi davranalım, sonra da yakınmayı bırakalım, özellikle çocuklara... sizin kirli sokaklarınıza girmeye hazır değiller henüz.

not: ne tarihini, ne de öznesini hatırladığım bir konferanstan notlar.

(bkz: ruh sagligi bozuk birey yetistirme rehberi)
(bkz: http://sozluk.sourtimes.org/show.asp?t=ruh+sagligi+bozuk+birey+yetistirme+rehberi/@auro)

2 Haziran 2008 Pazartesi

giovanna d'arco

fabrizio de andre'nin jean d'arc için yazdığı şarkısı. pippa bacca'nın "gelinler seyahatte" projesine ilham veren şarkı.

orijinali joan of arc olup, leonard cohen'e ait olan şarkıya, fabrizio de andre aslına oldukça sadık kalarak italyanca sözler yazmış. artık bu şarkı jean d'arc'dan ziyade pippa bacca'yı ve onun son yolculuğunu anlatıyor. picca'nın bu şarkının sözlerini projesini anlatmakta kullanması ve şarkının sözlerindeki metaforlar bu yolculuğun sonunun nereye varacağını sanki önceden haber vermiş gibi, sanki her şey kaderin bir oyunu gibi...

jeanne d’arc karanlığın içinde atını sürerken,
alevler onu takip ediyordu
zırhını ve pelerinini aydınlatacak bir ay yoktu
onun bu sisli gecesinde, yanında olan hiç kimse yoktu

bu savaştan yoruldum artık (dedi)
eski günlere döneyim
bir gelinlik ya da herhangi beyaz bir şey
göz yaşına veya zafere doğru olan bu yolculuğumu gizlesin diye

duymak istediklerim senin sözlerin
her gün atını sürerken seni izlerdim ve içimde bir şey,
biliyorum çok istiyor öylesine soğuk bir eroin zaferini, şöhreti yakalamayı

ve kimsin sen? oyunda kendi kendini eğlendirir gibi söylemişti
kimsin sen? benimle böyle saygısızca konuşan
gerçekten de ateşle konuşuyorsun
ve ben senin yalnızlığını seviyorum,
senin bakışlarını seviyorum

ve sen ateşi biraz serinletirken
ellerin o anda herhangi bir şeyi tutmakta (sıkmakta) olacaklar
ve susarak, o içeride tırmanışa geçmişti
gelin olmanın kendince, en güzel şeklini sergilemek için

ve ateşli yüreğinin en derinlerine
o, jeanne d’arc’ı aldı ve sarıp sarmaladı
ve herkesin üstüne, yükseğe
beyaz giysisinden nafile kalanları astı

ve ateşli yüreğinin en derinlerine
jeanne’i ve işaretinin içindekini (?) aldı
ve sonra açık ve net olarak anladı ki
eğer o (erkek/tanrı) ateşse, o (kadın/insan) da odun olmalıydı

onun acısının ürkütücülüğünü gördüm
onun ışık saçan bakışlarındaki onuru gördüm
aşkı ve ışığı da görmek isterdim
ama, her zaman böylesine zalimce ve kör edici mi olmak zorunda?
14.04.2008

orijinal sözler için (bkz: giovanna d arco)

http://rapidshare.com/files/119492932/fabrizio_de_andre_-_giovanna_d_arco.mp3.html

estrella morente




endülüslü flamenco şarkıcısı.
mükemmel bir gırtlak ve aslına sadık düzenlemeler...
mi cante y un poema (şarkılarım ve bir şiir) albümünü ve
volver soundtrackinde yer alan şarkısını öneririm.


31 Mayıs 2008 Cumartesi

in ricordo di pippa bacca


tecavüzcüsüyle, gelinlik giydirilip evlendirilen kadınların yaşadığı bir coğrafyadan (sadece) geçip, gidecekti.

sonuç: türkiye'den çıkamadı bu kadın.

kadına şiddet, çocuğa şiddet, aile içi şiddet ve cinsel suçlar ile ilgili güvenilir veri tabanı oluşmamış, bilimsel olarak izleme-ölçme yapılmayan, dolayısıyla iyileştirici hiç bir politikanın uygulanmadığı, aşağılama ve ayrımcılığın ideolojik bir sorun olduğu, karakolunda ve adliyesinde erkek egemen-seksist uygulamaların normal kabul edildiği, kadınıyla-erkeğiyle "erkekse her şeye hakkı vardır" diye düşünenlerin yaşadığı bir ülkede tecavüz edildikten sonra öldürüldü.

tesadüf ya da kötü şans değil, normal. kurbanın rus, fahişe ya da türk olduğu vakaların kamuoyunun bu denli ilgisini çekmemiş olması da ayrı bir hususiyet arzetmekte.
(bkz: komşu kızını zapteyle bizim oğlan aşıktır)

ve denildiki yaptığı aptallıktı, bu tip olaylar her yerde yaşanabilirdi...

gelinlikle yollara düşen kadın, düzülmeyi ve ölmeyi göze alan kadındır. 3 ihtimal vardı:

-ya başaracaktı ve ümitlenmemize neden olacaktı,
-ya düzülecekti ve sağ kalacaktı, hayatının dersini almış olacaktı ve anlatacak çok şeyi olacaktı,
-ya da hem düzülecek, hem de öldürülecekti ve kalanların utanç duymasına neden olacaktı.

her 3 halde de bu projenin işe yarayacağı ve insanlıkla ilgili bir sorun varsa eğer; sorunun tespiti, analizi ve yeri için doğru verileri sağlayacağı kesindi.

"a un vestito da sposa o qualcosa di bianco,
per nascondere questa mia vocazione,
al trionfo ed al pianto"

"bir gelinlik veya beyaz herhangi bir şey,
benim ya zafere ya da gözyaşına doğru olan bu yolculuğumu örtsün diye"*

bu projenin türkiye'de ve en kötü sonla neticelenmesi pippa bacca'nın şanssızlığı ise bizim de şansımızdır. tecavüz haberleri artık "vaka-i adiye"den sayıldığından, cinsel taciz gerçek bir suç kabul edilmediğinden ve sadece 57 ytl para cezası ödeyerek yırtılabildiğinden, türban ahlaklı kadının aksesuarı olarak dayatıldığından, tecavüzcüsü ile evlendirildiği ve mutlu olmasına izin verildiği için şükretmesi beklenen kadınlar bu topraklarda yaşadığından, almanya'da ali bana sulanma kampanyaları düzenlendiğinden, taciz edene değil taciz edilene şüpheyle bakıldığından; pippa, "tecavüz edilerek öldürülmüş kadın" haberlerinden fazlasını yapmıştır. üstelik bu coğrafyada yaşamak zorunda olmayan şanslı bir kadındı o. ondan, şu anda milano'da bir kafede, dostlarıyla cappucino içiyor olması beklenirdi. ve başka her hangi bir şey yapmadığı için suçlanmazdı.

belki onun ölümü burada yaşayan bakar-körlerin gözünün açılmasına neden olur. çünkü pippa, tesadüfen gebze'den geçen bir yolcu, tesadüfen gelinlik giymiş bir kadın, tesadüfen fışkıran spemlerden şans eseri nasibini almış çekici bir yumurta değildi ve tesadüfen öldürülmedi.

eğer pippa'nın ölüm yıldönümlerinde slayt gösterisi yapmak ve güvercin uçurmak dışında iyi bir şeyler yapılıyor olursa; mesela hukukçular ve siyasetçiler kafa kafaya verip cinsel suçlar için daha caydırıcı cezalar yürürlüğe koyarlarsa, bilim insanları cinsel suçlarla ilgili araştırmalar yapıp, sürdürülebilir ve pratik çözümler önerirlerse, hatta pippa adına bir vakıf kurulup, bu projeleri destekleyen fonlar yaratılırsa, bunlar da tesadüfen olmaz ve eminim "bunlarla ne alakam var benim, sadece tecavüze uğradım ve öldürüldüm" demezdi. çünkü, bu muhtemel sonları hesaplanmış bir projeydi, gelinliği ise ya gözyaşına ya da zafere doğru olan bu yolculuğun örtüsü.

*(bkz: giovanna d arco)

tezekten terazinin boktan olur dirhemi

namdar rahmi karatay'ın şiirine adını veren mısrası. o kadar sevilmiştir ki deyim haline gelmiştir :

sakın namert aşına sokma elini yakar,
o tıkınsın sen yutkun bu da elbet can sıkar,
bir iyilik yaparsa bin kere başa kakar,
böylelerden gelecek iyilikten ne çıkar,
öylesine hayr eder bir soysuzun keremi,
tezekten terazinin boktan olur dirhemi.

deyim olarak kullanıldığında "sistem yanlışsa, ölçüsü de, ölçü değeri de yanlıştır, neyi tartışıyorsunuz?" anlamına gelir.

(bkz: tezekten terazinin boktan olur dirhemi)