Mevsiminde tüketmek, yani ürünün bize doğasının emrettiği zamanda gelmesine izin vermek; bizim de, doğanın da lehine olan bir durum. Bir ürün uygun toprağı, ısıyı, suyu, doğru zamanda bulup yetiştiğinde, vücudumuz için daha sağlıklı ve lezzet olarak daha üstün olur. Ekim ayında yürürlüğe giren, genetiği değiştirilmiş organizmaların ithalatına ve üretimine imkan veren yönetmelik; her şeyi, her mevsimde, her koşulda, dinlenme ve havalanma fırsatı bulmayan yorgun toprakta, tarım ilacına dayanıklı tohumlarla üretmenin kolaylığını cazip bulan üreticileri harekete geçirecektir. Genetiğiyle oynanmış tohum ekerek, aynı tarlada daha az işçiyle, her dönemde ve ardarda ürün almak mümkün. Dolayısıyla doğal üründen daha düşük fiyata ama aynı işlevi gören bir ürünü piyasaya sürebiliyorsunuz. Soya, kanola, mısır, pamuk ve hala çalışmaların sürdüğü patates, karpuz, domates, çilek, ananas gibi ürünlerin tohumları başka bir organizmanın genini eklemek yoluyla kendi karakterinde olmayan özellikler taşıyan başka ürünler haline geliyorlar. Daha dayanıklı, daha az su isteyen, vermesi beklenenden daha çok yağ veren bu ürünlerin canlılar üstünde olumsuz etkilerinin olması kaçınılmaz.
Topraklarımızın çeşitliliğini gösteren, kültürümüzü zenginleştiren ürünlerimizi gelecek nesillerin de görebilmesi için uyanık olmalıyız. GDO'lu üretime izin veren sistem yüzünden orta ve uzun vadede doğal malzemelere ulaşmak için ya bir servet harcayacaksınız ya da vazgeçeceksiniz. Doğal malzeme kullanmak, yerel reçeteleri deneme imkanı bulmak artık bir lüks olacak.
Bu sistemin açlığa karşı geliştirildiği söyleniyor, fakat biraz araştırmayı derinleştirdikçe tüketim toplumundan beslendiğini ve temel motivasyonunun karlılık olduğu anlamak zor değil. GDO'lu tohumları geliştiren ve her yıl "yeniden" GDO'ya onay vermiş ülkelere satan şirketler dünyada tekel durumundalar. Ürünü kimlerin ürettiğini ve hedef pazarın kimler olduğunu bilmek GDO'nun masumiyetini tartışırken göz önüne alınması gereken bir durum.
Bu sistem 90'lı yıllarda geliştirildi ve piyasaya sürüldü. Yapılan araştırmaların sonuçları gösteriyor ki, sürekli bu tohumlarla beslenildiğinde antibiyotiğe tepkisizlik, kısırlık, alerji, organ yetmezliği görülebiliyor. Çocuk mamalarında kullanılması yasak.
Ne yapmalı?
Raf ömrünün normalden uzun olması, ürünün beklenenden ucuz olması sizi kuşkulandırsın. Açıkta kaldığında bile 15 gün bozulmayan ve emsallerinden ucuz bir baklava gerçekten olabilir mi? Eğer doğal şeker yerine mısır şurubuyla tatlandırılmışsa bu mümkün. Tükettiğiniz gıdaların raf ömrü uzunsa, açıkta kaldığı halde uzun süre tazeliğini koruyorsa katkı maddesi içeriyor demektir.O yüzden alışveriş yaptığınız fırını, kasabı, marketi, şarküteriyi, pastaneyi araştırın, sorgulayın.
Tükettiğimiz ürünlerin içeriklerini mutlaka okuyalım. Gıda endüstrisi ve politikacılar bizim gıdanın içeriğini bilmemizi istemiyorlar. Çünkü, bilirsek tüketmeyeceğimizi biliyorlar. İçinde soya ve mısır içeriği olan ürünleri tüketmeyelim. Eğer içinde glikoz şurubu varsa bunun mısır glikozu olup olmadığını araştıralım. Bu hazır ve pratik pek çok üründen vazgeçmek anlamına geliyor.
Şüphelendiğimiz ürünler için tüketici hatlarını arayalım.
Doğal ve yerel malzemeleri kullandığından emin olduğumuz tedarikçileri destekleyelim, ayakta kalmalarını ve rekabet gücünü kaybetmemelerini sağlayalım. Ülkemizde yetişen sebzenin, meyvenin, yabani otun, peynirin, tereyağının, kaymağın, kuruyemişin, pekmezin değerini bilelim.
Çeşitliliği yok eden ve birbirinin aynısı ürünleri üretmeye ve tüketmeye teşvik eden sistem karşısında doğal zenginliklerimize, çeşitliliğimize sahip çıkalım.
Tüketici, üretici ve satıcıların sadece müşterisi değildir, aynı zamanda ortağıdır da... Bu yüzden tükettiğimiz gıdaların hangi süreçlerden geçtiğinden, içeriğinden, ne kadar temiz bir ortamda üretildiğinden, üretim sırasında doğaya zarar verilip verilmediğinden, dürüst ve adil bir fiyatla satıldığından emin olmaya çalışalım.